Kendöz dekadansı

p class"MsoNormal" style"margin-bottom:0cm;margin-bottom:.0001pt;text-indent: 35.4pt;line-height:normal;mso-layout-grid-align:none;text-autospace:none"Bir medeniyet dekadans yani düşme ve çökme halindeyse onun bu hâlini teşhis etmek için o medeniyetin yapı unsurlarının gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. Devlette, toplumda ve şehirde gözlenmesi gereken bu hâl, o yapının kendözüyle arasındaki mesafenin de ne kadar açıldığıyla yakından alâkalıdır. Bunu anlamak için medeniyete dair umumî bir tasavvur ve kendözün sahih yapısı ve kaynaklarına dair genel ve derin bir tahkikin olması gereklidir. Bu durumda aşikârdır ki iç yapıda bir soğuma, çözülme, kemikleşme, şekilleşme olduğu gibi dış yapıda da bir dejenerasyon ve bünyeye zararlı şeyleri eleyememe, üstüne üstlük içeriksizleşmiş değerleri iktidar nefs-i emaresinin aparatı hâline getirmek, o medeniyetin kendi gölgesinde yoksullaşması ve yoksunlaşmasına yol açacaktır. Dinamizmi tükenen düzen katılaşır ve hayatainsana daire bilgelik üretmek yerine mutluluğun ana kaynağı olarak güç ve maddî imkânlarla kendini sürdürmeye çalışan bir çürüme başlar. Ahlâk kuralları köhneleşerek; eğitim kalıpçı bir yapıya dönüşerek; din, artık bilgeliğin değil hayatın karşısındaki bir metafizik kara deliğe dönüşerek uyum bozulur ve insan kendözüne yabancılaşır. Hülasa "kendini bil" çağrısına yabancı bir medeniyet ortamı söz konusu olur. Yabancılaşma oluşan bir yerde insanın kendi kökleri, buna dair değerlerin tarihî ve sosyal süreçleri, gayeleri gibi tarih metafiziğine dair konularda oluşan türbülansları aşmak için yapılan iç ve dış müdahalelerin sonuçlarını modernleşme tarihimizde izlemek mümkündür. Ahlâk çalışmaz hâle geldiğinde felsefî, dinî ve fikrî tüm arka planların amacı gerçekleşemez hâle gelmekte ve bu da o medeniyeti aşağıya çekmektedir. Hakikat o andan itibaren ahlâk da dâhil tüm çerçevelerin en büyük tezadı haline gelir. Nietzsche tabiri ile ahlâk, bireydeki sürü içgüdüsüne dönüşünce hakikatte sürünün çıkarlarına uygun olan hâline gelir. Kendöz bu noktada bilgeliğin değil çıkarın sözcüsü olarak var olmaya çalışır. Adı sözde ve görünürde ahlâk ve değer lakin mefhumu çıkar olan her şeyin medeniyetin gerçek varlık nedeniyle insan arasına koyduğu mesafeyi teşhis edemedikçe yolda kalmak mukadderdir. İnsanların Tanrı da dâhil her şeyi araçsallaştırdıkları bir düzlemde şekiller ve imgeler ne kadar moral, etik ve insanî olursa olsun büyük bir kaosun varlığını görmemek için kör olmak gerekir. Bu bakımdan tarih, bugünün babası olduğu gibi geçmişte ne olduğumuzun ve hâldeki soysuzlaşmanın nereden gerçekleştiğini anlamanın ve kökleri duyumsamanın da imkânıdır. Bu imkânı ister hayat ve bilgelik lehine ister de çıkar lehine kullanmak o medeniyetin kendi tercihi olacaktır. Jeneolojik yani kökene dair incelemeler bizi, olduğumuzu şeyi anlamaya, doğrular ve yanlışlar arasında temyiz ve tefrik yetkinliği kazanmaya taşıyabilir. Mesela adalet erdeminin hayat içinde var olan hâlinin kökenler, teori ve geçmiş pratiklerle mukayesesi ile hâli hazırda onu zikrediyor olmanın bizi mensup olma iddiasında olduğumuz şeye dair kılmayacağını anlamak bu mânâda kendini bilme yolunda bir adım olabilir. Taklitler ne yazık ki toplum ve medeniyet hayatında asılları temsil edemiyor ve yaşatamıyor. İktidar ilişkilerinin iktidarın varlık amacından iktidarın sürmesi meselesine yöneldiği durumlarda ahlâk, erdemin değil dayatmanın kavramına dönüşmez mi Nietzsche bu yolda "En kutsal isimler altında hüküm süren değerler, çöküş değerleri, nihilist değerlerdir." derken acaba ne demek istemişti Farabî'nin bahsettiği cahil şehirlerin ahalisi bu şehirleri oluşturan ana kavramlar etrafında ahlâkı ve değerleri yontup biçmediler mi Oradaki iktidar ilişkilerini erdemler mi yoksa o şehirlerde bahsedilen menfî hâller yahut çıkar ilişkileri mi belirledi İşte kendimizden kendimize yahut şehrimizde hâlimize bakmamız için Farabî atamın bahsettiği dekadans şehirler ve onların ahlâkı üzerinden günümüze, kendimize, içimize ve işimize baktığımızda gördüklerimiz bize ne söyler Ahlâkın esası reaksiyoner olması değil kendi özüne dayalı olarak erdem var edici olmasıdır. Bir ötekini değilleyerek kendini varlamak başka bir nefis eğlencesi olabilir. Mesela insan irfanî düzeyde Allah'la ilişkisini değilleyerek değil eyvallahlayarak kurar. İşte tam burada durarak bir soluk alıp nihilist fark edişin kapısına gelir insan. Bilinç dünyamıza Tanrı bizimle girer ve çıkar; bu sebeple peygamberler gelmiş bu sebeple irademiz ve ceza söz konusu olmuştur. Hülasa medeniyet bir bilgelik işidir. Değer sisteminin parçalanıp sosyal ve tarihî hayatın bütünlüğünün çözüldüğü yerdeki o boşluk ve yersizlik duygusu nihilizmin uyandırma şafağıdır. Putların alacakaranlığından çıkarak hakikate doğru yol almaya başlamak da belki bu fark edişle başlayacaktır. Kendözünü bilmeyen için iyi, doğru ve güzel gibi erdemler ve bunların insanlararasılığı konuları muallâkta kalacak gözüküyor. "Yiğit düştüğü yerden kalkar", sözü bir başka türlü fark edişe mi işaret ediyordu acaba