Geçmişte bir gün...

Günümüzün çocukları görmeyi ve hissetmeyi nasıl ve nerede öğreniyor bilmiyorum, lâkin bilmeyi çok istiyorum. Neye şaşırıyorlar, nelerden heyecan duyuyorlar ve hayal dünyalarını neler süslüyor Merakları hangi bahçenin meyvesiZaman zaman torun sahibi olan arkadaşlarım torunlarının söylediklerini heyecanla anlatırken "Lütfen bunları kaydedin, çok kıymetli" diyorum. Kaydediyorlar mı Pek sanmıyorum. "İyi fikir" deyip unutuşun bahçesine gömüyorlar, o an heyecanla paylaştıkları sahneyi.Benim kuşağım görmeyi ve hissetmeyi masallardan, kıssalardan öğrendi, tıpkı bizden önceki kuşaklar gibi. Onun için biz ebeveynlerimizle aramızda salınan sözlü kültürün görünmeyen bağının himayesi altında idik.Görmeyi masallardan nasıl öğrendiğimi bir masal üzerinden anlatayım: Küçük kız akşam olunca uzaklarda yanan ışığı merak eder. Orada kimler oturur, nasıl yaşarlar Bir gün merakını gidermek üzere yollara düşer. Oraya vardığında yaşıtı bir kız görür. O kız da uzaklardaki o ışığı yanan evi, yani yollara düşüp gelen kızın evini, o evdeki hayatları merak etmektedir.Tolstoy'un Anna Karenina romanının ilk cümlesi "Mutlu aileler birbirine benzerler. Her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." cümlesinin ardında bu masaldan bir iz bulunabilir mi Mümkündür.Başka hayatları merak ederken daima bu masalı hatırlar, merak ettiğim boşlukları kendi hayat tecrübemi aktararak doldururdum.Bu masal en çok İstanbul-Afyon, Afyon-İstanbul arasında yaptığımız gece yolculuklarında o sıra ışığı yanan evlerin pencerelerine bakarken aklıma gelirdi. Saat gecenin ikisinde, şu apartmandaki bütün daireler karanlığın arkasına sinmiş iken o dairenin sakinleri neden ayaktaydı Hastaları mı vardı Bir haber mi almışlardı Acı bir haber Kim yaşıyordu orda Kendi hayatımdan bulup çıkardığım bir sahneyi merakımı doyuran nimet gibi karşılar, yavaş yavaş uykuya teslim olurdum.Başka hayatlara duyduğum merak üniversite yıllarında merkezine zamanı aldı. "O yıl, o gün" ne olmuştu sorusu peşinde kök saldı. Yaprak takvimlerinin tarihte bugün köşesinde -o minicik yaprakta neler neler olurdu- geçmiş yılların kahramanlık destanları, o gün doğanlar, o gün ölenler zikredilirken adı geçen özneninkahramanın sıradan bir gününü merak ederdim. Hal böyle olunca üniversite yıllarında en çok yazarların günlüklerini okumayı sevdim. Günlükleri asla sırayla okumazdım, ben hangi günün içindeysem tam da o gün günlüğün sahibinin ne yazdığını okumayı severdim.Mesela aşağıda dikkatinize sunacağım V. Woolf'un günlüğünden bir gün ile Şair Nigâr Hanım'ın günlüğünden Ağustos sayfasını kopyalarken bir kurgu metin hayal etmiştim. O kurgu metni yazmak nasip olmadı ama siz değerli okuyucularım için, özellikle genç araştırmacılar için farklı bir duygu dünyasına kapı aralar diye dikkatinize sunuyorum.7 Ağustos Çarşamba 1918"...Brailsford'ın Milletler Cemiyeti üzerine bir yazısı var bir de Katherine Mansfield'in 'Mutluluk'u üzerine. 'Mutluluk'u "Bu kadının işi bitti artık!" diye haykırarak yere fırlattım. Hakikaten, böyle bir öykü ona kadın ve yazar olarak daha ne kadar çok inanç duymayı gerektirecek, bilemiyorum. Zihninin çok sığ bir toprak olduğu gerçeğini kabullenmem gerekiyor korkarım, çok çıplak bir kayanın üzerine döşenmiş ancak bir iki santim kalınlığında bir toprak. 'Mutluluk' ona daha derine inme fırsatı verecek kadar da uzun. Bunun yerine yüzeysel zekiliklerle yetiniyor; fikir bütünüyle cılız, ucuz; her ne kadar kusursuzluktan uzak da olsa gene de ilginç olan bir zihnin görüş kudretini yansıtmıyor. Kötü de yazıyor. Ve sonuçta, dediğim gibi bana onun insan olarak nasırlaşmış ve sert biri olduğu izlenimini verdi. Yeniden okuyacağım; ama sanmıyorum değişeceğimi. Bunun gibi şeyler yazıp durmaya devam edecek, o ve Murry (John Middleton Murry: Eleştirmen, Katherine Mansfield'in kocası) bunlardan gayet de memnun kalacaklar. İçime sular serpildi şimdi gelmedikleri için. Yoksa