Sevgili dostlarım, benim Halebo diye sevdiğim Suriye'nin kadim kenti Halep, Esad'a bağlı Suriye ordusuna karşı savaşan muhalif ve pek çoğu cihatçı örgütler tarafından ele geçirilmiş, kısaca burnumuzun dibindeki tıpkı Yugoslavya'nın parçalanmasına neden olan iç savaş gibi bir savaş sürüyor. Neyin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Ben bir dış politika uzmanı değilim, benim işim hikâye yazmak. Vakti zamanında bombaların öldürdüğü çocuklar için bir hikâye yazmıştım, sizlerle onu yeniden paylaşmak istiyorum. Ayrıca ben Antep kızıyım ve Halep Antep'e bir saat uzaklıktadır. Bu hikâye çocukluğumda anneme Fransız danteli kumaş almak için babamın cipiyle gittiğim kente ve tüm savaşlarda bombaların öldürdüğü çocuklara bir ağıttır.
"Sığınakta tam on beş çocuktular. En küçükleri beş yaşındaydı. Üstünde kırmızı bir giysi vardı. Ablası o sabah kara kıvırcık saçlarını iki örgü yapıp tepesinde toplamıştı. Onun hemen yanında Reşit suskun oturuyor, az önce laboratuvarda gerçekleşen fizik deneyini düşünüyordu. Öğretmen iki ucu birleştirince, aynen su yolu gibi mavi ve kırmızı iki ayrı ışık yolu oluşmuştu. Dedesinin yaptığı oyunları anımsamıştı Reşit. O da yanmayan ampulleri yakar, duvarlarda bin bir renkli fırıldaklar oluştururdu. Reşit, dedesinin bildiği her şeyi öğrenmeye kararlıydı. Vakti geldiğinde o da dedesinin yolunda yürüyecek, uzak dağ köylerinde, ıssız vahalarda canları sıkılanlara bin bir eğlence götürecekti.
Fatima deliler gibi korkuyordu. Ayaklarının titremesi geçse, ellerinin titremesi başlıyordu. Bildiği tüm duaları okuyordu ama dualar bir türlü titremesini, korkusunu geçirmiyordu. Birden elini kalbine götürdü, derin bir soluk aldı ve ansızın annesi geldi aklına. Ne zaman gök gürültüsünden korksa koşarak gider annesine sarılır ve onun yumuşak göğsünde derin bir uykuya dalardı. Böyle zamanlarda annesi en güzel şarkıları söyler, en güzel masalları anlatırdı. O şarkıları, o masalları anımsamaya çalıştı, sanki yanı başında annesi vardı ve sadece Fatima'ya değil, bütün çocuklara en güzel şarkısını söylüyordu. Fatima korkusunun uçup gittiğini hissetti, gözlerini kapadı, derin bir uykuya daldı.
Süleyman'ın gene tuvalete gitmesi gerekiyordu. Sığınağa girdiklerinden beri bu üçüncüydü. Durmadan çişi geliyordu Süleyman'ın ve herkesin önünden geçip tuvalete gidiyordu. Utanç içindeydi. Çocukların en büyüğü oydu, en cesur, en kahraman o olmalıydı ama elinde değildi işte, tam en cesur pozunu aldığı anda gene çişi geliveriyordu. Geçen gidişinde kendi yaşlarında bir kız gülerek onu yanındaki arkadaşına göstermişti. Tam tuvaletin kapısını açarken ikisi de ona bakıp gülmüşlerdi. Ter içinde kalmıştı Süleyman, görmemişti ama yüzünün pancar gibi kıpkırmızı kesildiğine emindi.
Saliha kulaklarını dikmiş soluk soluğa dışarıda olup biteni duymaya çalışıyordu. Dışarıdan gelen şimdilik derin bir sessizlikti. 'Düdük sesleri duyulmadan ne olursa olsun dışarı çıkılmayacak' denilmişti. Ama o burada öylece oturmak ve beklemek istemiyordu. Dayanamayacaktı. Ama saçlarının ağırlığı dayanılır gibi değildi. Saliha'nın çok gür, çok uzun saçları vardı. Bu saçlar o kadar gürdü ki başında toplayamazdı, hemen başı ağrımaya başlardı. Saçlarını bu nedenle her zaman açık bırakırdı. Saçlarının yüzünü okşamasını severdi. Ama şimdi tam burada saçları çok ağır geliyordu ona, çok fazla, bir makas olsa hiç acımadan kökünden kesip atacaktı! Bu duygudan uzaklaşmak, saçlarını unutmak için hayal kurmayı denedi. Ailecek gittikleri deniz kıyısını düşünmeye çalıştı. Önceleri sudan ne kadar çok korkmuştu ama sonra suyun sakin okşayışlarını hissetmiş ve usulca kendini bırakmıştı. Şimdi en çok orada olmak istiyordu, suda!