Aniden geldi. Yaprağın ucundan düşen bir çiğ tanesi gibi Pıt diye düştü ağaçtan. Sessizce Başka yerde patlar bahar, burada sızar. Başka yerde kahkahayla gelir, burada ufak bir tebessümle. Çayırdan önce, insanın içinde çiçek açar. Düşündüm de neye bezer bu his Şiirden başka bir şey aklıma gelmedi. O halde şiir neye benzer Karlı bir kış günü, evlerin pencerelerinden yansıyan tek tük ölgün lambaların yansıttığı cılız ışıkla aydınlanan derin, uzun bir sokakta tek başına yürüyen bir insanın görüntüsü Boş bir mezarın başına tünemiş, arkası bize dönük birisinin terennüm ettiği duaya benzer bir kelamın fısıltısı Geniş bir yonca tarlasının ortasında yaprakları dökülmüş, dalları kopmuş, canı çıkmış kuru bir ağacın, açlıktan ölmüş bir insanın kolu gibi zayıf bir dalına bir iple asılmış rüzgarda sallanan bir çıngırak Puslu gökyüzüne bakıp, biraz sonra şimşek çakacakmış beklentisine girip aniden yarılan bulutun içinden sarkan boşlukta sallanan bir ayna Sonsuzluğa uzanan büyük bir çölün bir yerinde boy veren bir demet otun denizin dalgaları gibi genişleyerek kısa bir süre içinde yemyeşil bir meraya dönüştürmesiyle o meranın tam ortasında tek başına yapayalnız ortaya çıkan boynu bükük bir gelincik Fırtınalı bir denizde, dalgalar başını yerken, deniz birazcık yatışınca bir anda dalgaların arasından beliren, bir evden kopmuş tahtadan bir kapının üzerinde kaygısız ama coşkuyla keman çalan narin bir kız Çakan bir şimşekle birlikte yarılan gökyüzünden sarkan bir zincirin ucunda sallanan bir kandil Nereye gideceği meçhul bir geminin ufka doğru giderken geminin gittikçe küçülmesiyle birlikte; güvertede durmuş, yüzü iskeleye dönük, orada bıraktığı her kimse, ona veda niyetine sallarken; bir süre sonra bir tül perde gibi bütün ufku kaplayan beyaz bir mendil Dala konan serçe Peteğe konan arı Çiçeğe konan gönül Bülbüle dadanan gül Saksıda ceviz ağacı Tarlaya ekilmiş karanfil Minarede öten horoz Hırkasının cebinde aşk mektubunu unutmuş derviş Parklarda kendini arayan dilenci Gözlerini ormanda kaybetmiş baykuş Sesini arayan dilsiz Gecenin bir saatinde, yatağa girmeden önce pencerenin önünde apartmanla boy ölçüşen uzun huş ağacının çıplak dallarına bakıp ağacın haline mi, baharın gecikmesine mi, geçen ömrüne mi üzüldüğün belli olmadan yatağa girip sabahın erken bir saatinde uyanır uyanmaz aynı pencereden görünen aynı huş ağacının böyle yeşilmişik, ufacık tefecik, avucuna alsan yeni doğan kuş yavrusu gibi ürkmeye hazır binlerce tomurcuğun sen gittikten sonra ne zaman açıldığını bilmeden, baharın gelişi demek bu tomurcukta gizliymiş deyip bu acayipliğe bir anlam bulamamanın çaresizliği "Güneşin büyük mumu göğün mavi fanusu içinde, o fanusun camına hiç zarar vermeden yanıp duruyor. Halbuki gönül aleminin öyle bir şulesi var ki onu güneşin yerine koysam göğün o sonsuz fanusunu çatlatırdı. Sina çöllerindeki Tur dağı, ki Allah orda Musa'ya tecelli etti, Şimşekler ve yıldırımlar yuvası olan bu gönüldeki nur cümbüşünün heybetini o Sina'daki dağ dahi görmedi." İsmail Habib Sevük yazıyor bir yerlerde. Nazım Hikmet, Rusçayı yeni sökmüştü. "Hüsnü Aşk"ın yazarı Şeyh Galip'in bu beytini büyük bir özenle Mayakovski'ye tercüme etti. Bir kez dinledi Mayakovski, sonra tekrarlattı aynı beyti, sonra bir kez daha, bir kez daha Nazım Hikmet, her defasında daha bir coşkuya kapıldı, Mayakovski hayıflanarak