Ulu Hakan, seleflerinin gerçekleştirdiği yenilikleri muhâfaza ederken, bundan İslâm ümmetinin zarar görmemesi için de çok çalıştı. O, Batı'nın İslâm'ı etkisi altına almaya karşı olduğu gibi İslâm'ı da Avrupa'ya açıyordu. Buna mukabil onun Pan-İslâmizm'in muhtevâsı ve niyeti hiç araştırılmadan, Batılı akademisyenler tarafından bir Orta Çağ projesi gibi takdîm edilmiştir. Osmanlı, "Dîn-i mübîn-i İslâm" demekti. Şiî-Vehhâbî-İngiliz iş birliği, Osmanlıyı değil Sünnî İslâm'ı hedef alıyordu. Koca Devlet yıkılınca oranın ahâlîsi yetim ve öksüz kaldı. Pâdişah, yenileşmeyi özden ayrılmayarak gerçekleştirmeye çalıştı. Osmanlıda Yeniçeri'nin ilgâsının (kaldırılmasının) aslî hedefi, başıboş, ticâret yapan, haraç alan, yol kesen ve en önemlisi de devlet ve siyâset işlerine karışmayan yeni bir ordu teşkilâtı kurmaktı. Aslında Yeniçeri ordusu, dünyâda eşine az rastlanır büyük zaferlere imzâ atmıştı. Gittikçe güçlenen bu teşkîlât, gücü kendisinde vehmedip vazîfesi dışında işlerle uğraşmaya başladı. Silâhlı güç, otorite boşluğu kabûl etmez. Hâlbuki Yeniçeri, Yavuz döneminde bile isyâna teşebbüs etti. Çaldıran Seferi'nde Yavuz'un çadırını okladılar. Yavuz, irâdesi ve askerî dehâsı ile bu işin üstesinden gelmesini bildi. Zaferler azalınca ganîmet gelirleri de azaldı. Bunun üzerine ulûfelere alışmış olan Yeniçeri, pâdişahı düşürerek yeni gelen pâdişâhın dağıtacağı ulûfelere bel bağlamaya başladı. Bir de pâdişahla birinci derecede köprü olan sadrâzamları hedef seçiyorlardı. Sadrâzamları yanlarına çekmeye, bunu beceremezlerse kellesini almaya teşebbüs ediyorlardı. Ordu, disiplin ve ilimdir. Savaşlar bir taktik ve strateji bütünlüğüdür. İlmî hüviyetini ve disiplinini kaybeden ordular, kaba kuvvet hâline gelir ve zarârı düşmana değil kendi halkına dokunur. Yeniçeri ilgâsı ile yeni bir dönem başlıyor, zâbitlerin (subaylar) yetişmesi için ilme değer veriliyor, önemli eserler tercüme ediliyordu. Abdülhamîd Han da orduya büyük önem verdi. O, geleneksel ordu birlikleri dışında "Ertuğrul Alayları", "Hamidiye Alayları" gibi özel teşkilâtlar kurarken, muhtemel deniz saldırıları ve ona bağlı kara savaşları için Çanakkale tabyalarını da inşâ ettirdi. Hâsılı Koca Sultan, Osmanlının her gediğini kapatmaya çalıştı. Osmanlı târihi hakkında son zamanların en geniş belgeleri, genelde dış basın kaynaklı gazete yazıları ve vesîkalardır. Bunların çoğu da maalesef iftirâ ve tezvirler (süslü yalanlar) bütünlüğüdür. O dönemin en dikkate değer yönü de ulemânın dahi Abdülhamîd'i anlayamamalarıdır. İşin aslını bilebilselerdi Jön Türkler'in ve İttihâdçıların onu el üstünde tutmaları gerekirdi. HİLÂFETİN TE'SÎRİ 19. asrın ikinci yarısında Osmanlı Devleti sıkıntılar içinde olmasına rağmen hâlâ İslâm dünyâsının merkezi durumundaydı. Hacc'ın sıkıntılı yolları emniyet altına alınmış ayrıca 1897'de Yunanistan'a karşı kazanılan zafer, bütün İslâm âleminde sevinçle kutlanmıştı. Bu zafer, Harem-i şerîf'te şükür namazları ile taçlandırıldı. Abdülhamîd'in siyâsî manevraları, ilme katkıları onu İslâm dünyâsının lideri yaptı. Önceleri bu otorite uzun zaman boşlukta, hilâfet sanki sistem dışındaydı. Bâzı yazarlar Abdülhamîd'in hilâfeti sâdece İslâmî otoriteyi sağlamak için olduğunu yazarlar, ama uzun zamandır başsız ve otoritesiz kalan İslâm âlemi onun siyâsî ve dînî liderliğine güvendiği için, bu durumdan memnundular ve uzun zamandır bulamadıkları hilâfet güvencesinin gölgesinin zevkine varıyorlardı. Batı'yı esas korkutan tam da buydu. Bitti dedikleri Osmanlı, Endonezya'ya, Açe'ye, Hindistan'a el atmış ve ümmet gereği safları sıklaştırma çabasına girmişti. Sultan, parçalamak üzere oldukları avı, canavar Batı'nın pençesinden söküp almak üzereydi. Heyhât ki mason locaları ve ihtilâlci çetelerin kıskacında kalan koca Sultan'a İttihâdçılar, Batı'dan daha fazla düşman olunca Sultân'ın eli kolu bağlanmıştı. Batı, sözde Osmanlıyı kendi yönlerine çevirmek ve modern reformlar yaptırmak istiyordu. Bunu zâten iş birlikçileri ile Tanzîmat'ta başarmışlardı. Hakîkatte Abdülhamîd Han şer'in ve örfün müsâade ettiği reformları zâten yapıyordu. Batılılaşmanın zorlayıcı etkisine dik durmanın ve reformları reddetmenin sıkıntılı olacağını bilecek kadar zekî olan Pâdişah, yenileşmeyi de özden ayrılmayarak gerçekleştirmeye çalıştı. Târihte hiçbir Müslüman hükümdar Abdülhamîd kadar önemli kararlarla karşı karşıya kalmamıştır. Takvâ sâhibi bir Müslüman ve mutlakiyetçi bir pâdişah olan Hakan, medeniyete hep açık olmakla birlikte, Batı kültürüne hiç sıcak bakmamıştır; çünkü o hakîkî bir Müslüman Türk halifesiydi. Ulu Hakan, seleflerinin gerçekleştirdiği yenilikleri muhâfaza ederken, bundan İslâm ümmetinin zarar görmemesi için de çok çalıştı. O, Batı'nın İslâm'ı etkisi altına almaya karşı olduğu gibi İslâm'ı da Avrupa'ya açıyordu. Buna mukabil onun Pan-İslâmizm'in muhtevâsı ve niyeti hiç araştırılmadan, Batılı akademisyenler tarafından bir Orta Çağ projesi gibi takdîm edilmiştir. Batı'nın bütün bu mesnetsiz iddiâları yanında Alman Doğu bilimci ve sömürge danışmanı C.H. Becker, Pan-İslâmizm'i şöyle yorumlamıştır: "Pan-İslâmizm, İslâm idealinin gerçekleştirilmesine, dünyâdaki bütün Müslümanların dünyâ cemaatine (ümmete) hükmeden bir önderin (imam) yönetimi altında birleşmesine yönelik bir harekettir." (C.H. BECKER, Panislamismus, İn İslâm Studien II, Leipzig,1932, s.242; İslâmın Siyasallaşması.) CEVDET PAŞA DEVREDE Sultan Abdülhamîd'i meşgûl eden bir önemli nokta da Şiâ mes'elesiydi. Şiîler Osmanlı nüfûsunun yaklaşık 20'sini teşkîl ediyorlardı. Bu aslında azımsanamayacak bir nüfustu ve bunlar Osmanlı tebaası idiler. Şiâ, propagandalarla Irak ve Güney Arabistan yarımadasında yayılıyor ve İslâm'ı tehtîd ediyordu. Sultan, Batı ile uğraşırken bir de Şiâ ile uğraşmak istemiyordu. O zamanın en büyük âlimlerinden olan Cevdet Paşa'dan bu mevzuda etraflı bir rapor isteyen Abdülhamîd, her konuda olduğu gibi bu konuya da yapıcı bir siyâsetle yaklaşmak istiyordu. Cevdet Paşa raporunda Osmanlı Şiîlerinin çoğunluğunun Irak'ta İmâmiye fırkasından ve Yemen'de de Zeydiyye kolundan olduğunu belirtmişti. Behran-Yemen'de savaşçı İsmâîliyye, Sayda Lübnan'da Mütevâliyye kolu pek etkili olmayan küçük zümrelerdi. Buna rağmen Bâtınî İsmâîlilerin neler yaptıkları da biliniyordu. Zeydîler Sünnîlere en yakın koldur ama bunlar Hazreti Ebûbekir ile Hazret-i Ömer'in hilâfetlerini kabûl ediyorlardı. Cevdet Paşa ayrıca Şiî imamların siyâsî nüfûzunun önemini vurgulamış, Arapça konuşulan Irak'ta, bunların Farsça konuşan Îran Şiâsından daha etkili olduğunu da belirtmiştir. Aslında Şiî-Sünnî ayrılığının köklerinde, bilhassa 16. asırdaki Şâh İsmâîl'in politik sebepleri de düşünülmelidir. Abdülhamîd'in dikkatini çeken bir nokta da bu muhtıranın önemli bir yönüydü. Düvel-i Nâsıra'nın (Hristiyan devletlerin) tegallüb ve tehakkümüne (baskılarına) devlet çâre arıyordu. Zîrâ Hristiyan devletler de Şiâ'yı destekliyor ve bu fitneden bir pay kapmaya çalışıyorlardı. Cevdet Paşa, Şiîlerin yumuşamaları için Seyyidlerin Medîne ve Kerbelâ'daki Atabât-ı aliyyenin (Samerra'da bulunan Şiîlerce kutsal mahaller) tâmirâtı ve bu bölgelere teberrûda bulunmayı, Şiî liderlere kendi sınıflarına göre Sünnîleri gocundurmadan gönüllerini almak gibi tavsiyeleri dile getirdi. Sultan Abdülhamîd Han, İmâm Zeynelâbidîn'in ahfâdından Seyyid Ali Pak'ın Humus'taki meskenini kendi parasıyla tâmir ettirdi. Aslında Şiâ'nın kutsal saydığı On İki İmâm, Kerbelâ ve Necef'te yatan evlâd-ı Resûl, Sünnîlerin de göz bebekleri olup, bunlara âit türbelerin bakım ve onarımları Osmanlılar tarafından yapılmıştır. Hacca giden Osmanlı kâfileleri bu mübârek yerleri hep ziyâret etmişlerdir. Sultân'ın bütün iyi niyet ve çabalarına rağmen Irak'taki Şiî faaliyetleri, Îran tahrikiyle daha da arttı. Îran ahundları (vâiz, tam yetişmemiş Şiî din adamları) Osmanlı Îran'ında misyoner gibi çalışıyorlardı. Koca Sultan da buna mukabil hamle üzerine hamle yapıyordu. Alûsîzâde Şâkir Efendi'nin zâviyelerini donattı ve ayrıca da Şeyh Tâhâ Efendi'ye Kerbelâ'da bir medrese kurdu. Şeyh Saîd Efendi'yi Şiâ'nın merkezi olan Samerra'ya gönderdi. EFGANİ'Yİ DAVET Şiîlerin propagandalarını iyice artırdığını gören Cevdet Paşa, îtikâden bozuk olduğunu bildiği hâlde Sultân'a, Cemâleddîn Efgânî'yi İstanbul'a dâvet ettirdi. (1892 ) Efgânî, Kunar-Afganistan doğumludur. Efgânî Batı'da bir reformist ve devrimci olarak tanınıyor ve destekleniyordu. Kendisi Sultân'a ve saltanata karşıydı. Koca Sultan bunların hepsini biliyordu. Hattâ Batı, Efgânî'yi dâvetinden dolayı Sultân'ın Şiî olması gibi hayâli bir suçlama ile halkı şüpheye düşürmek istedi. Bu, Batı'nın Sünnî Hilâfeti bilmemesinden kaynaklanmıyordu. Her şeyi çok